Hikaye: Yalnız ama eskimeyenler

  Bayram sabahı yine tek başınalığın vermiş olduğu o duygusallıkla kendime mükellef bir sofra hazırladım, oturdum masanın başına.

Yazar: Hümeyra Dutar

  Bayram sabahı yine tek başınalığın vermiş olduğu o duygusallıkla kendime mükellef bir sofra hazırladım, oturdum masanın başına.  Böyle duygusal olduğum zamanlarda masa gözüme çok büyük görünürdü. Çocukların küçücük şeyleri hayal dünyalarında abartıp bunu anlatma şekillerini hepimiz biliriz. Hayalimde canlanan o ifade ve tatlılıkla; upuzun yılları koskocaman masada tek başına geçirmiştim. Böyle söyleyiverince çok kolay gibi geliyor insana ama yalnızlık o kadar da kolay bir şey değildi. Yalnızlık; soyut ama somut bir kelime değil mi? Yalnızlık insana mutluluk veren ama fazlası da aşırı acı veren bir duygu değil mi? Yalnızlık; koskocaman masayı, üç beş odalı evi, iki kişilik yatağı tek kişi olarak kullanmaktı.

Yalnızlık; çiçeklere, evindeki benimsediğin üç beş eşyaya günaydın demekti. Yalnızlık mesajla birilerine iyi geceler deme isteği bile uyandırıyordu insanda. “Yalnızlık” yalın  kökünden gelip bazı harflerin eksilmesi ve eklenmesiyle oluşan bir kelimedir. Aynı oluşumu gibi yalnızlık, kişiye çok fazla yaşanmışlık ve tecrübe hediye ederken;  kişiden fazlasıyla hissiyat ve güzel paylaşımlar alıp götürürdü. Böyle kalabalığın güzelliğinden bahsedilen günlerde oturup yalnızlığımla baş başa yalnızlığın tanımını yapmak da benim için bir hobi haline gelmişti. Formlarda veya arkadaşlar arasında hobi muhabbeti yapıldığı zaman diyorum ki: “Yalnızlığı farklı şekillerde tanımlamak, bunun üzerine filmler izlemek, kitaplar okumak, hikayeler yazmak, resimler çizmek hatta yalnız yapılan aktiviteler adlı bir belgesel çekmek…”. Benim için yalnızlık bir hobidir. Bu cümlelerim üzerine insanlar dumura uğraşmış bir ifadeyle yeknesak bir hayat sürdüklerini anlayıp düşünmeye başlıyorlardı. Hemen ortamın havasını değiştirmek için:

—“Eeee benim hobilerim benim hayatımdan ibaret, sizinkiler de kalabalığa hitap eden hobiler olduğu için sizleri dinlemeye bayılırım. Ortamı şenlendirelim.” diyerek sıcak bir gülümseme bırakıp topu arkadaşlara atarak muhabbete devam ederdim.

     Gözlerimin dolduğunu hatta ağladığımı masaya pıt pıt damlayan gözyaşlarımın sesini algılayınca daldığım o dünyadan çıkıvermiştim. Yaşlanmıştım ama hâlâ bu masada tek başına bayram yapıyordum. Gençliğimin ilkbaharı sonbahara dönüvermişti başıma gelenlerle. Şu an isterdim torunlarıma:

—“Biz 2020’de neler yaşadık, başımıza  dünyanın yıkılmadığı kalmıştı be çocuğum. Önce savaş çıkacak söylentileriyle girdiğimiz yılbaşı, ülke genelinde devam eden depremlerle ve en son dünyayı kasıp kavuran Çin’de ortaya çıkan bir virüsle devam etmişti. Biz ise sosyal medyada artık iyice tiye aldığımız muhabbetlerin içine pat diye düşmüştük. Türkiye’deki kalabalık ortamlarda geçirilen bütün adetler, dini ritüeller, kutlamalar, gezmeler, düğünler-dernekler, yemekler her şeye bir anda trafik polisi edasıyla “Dur!” emri verilmişti. Gerçekten hayat hayalini kurduğumuz; misafirsiz bayramlara, akrabasız düğünlere, yaşlısız toplu taşımalara ve evde tek başına yapılan aktivitelere merhaba dememizi istemişti. İnstagramda aktivite paylaşan sayfalara, çekiliş yapan twitter belediyelerine, üniversitede uzaktan yapılan ödevlere daha doğrusu öğrencinin kendi yapmadığı çevresine yaptırdığı bir vize final haftasına, dışarı çıkanın anında  linç edildiği, yaşlı ve çocuklarının günlerce sokağa çıkamadığı, aileyle aylarca evde kalınan bir yıl geçiriyorduk.” diye saatlerce anlatmayı isterdim. Bazı hayaller sadece istemekle insanın hayatında kalıyordu.

    Bu dönemde ülkece hayatımızda zirve yapan bir kavram olmuştu: “Teknoloji…” Bilgisayar ekranının artık televizyonun yerini aldığı zamanlara gelmiştik. Teknolojinin hayatımızın her alanına nüfuz ettiği dönemleri ben çocukken aşmış ve teknolojisiz hayatı düşünemez olmuştuk. 2020 yılında:

—“Ahhh,  iyiki akıllı telefonlar, bulaşık makineleri, bilgisayarlar var. Hatta yaşlı amca ve teyzelerden duyduğumuz cümleleri gençlerden duyar olmuştuk.” Köylerde internetsiz kalan bir grup insan vardı ve onlar için artık ekmek gibi su gibi ihtiyaç olan bir şeyin varlığından söz ediyorduk. İnternet…

 

    İnsanlar böyle hayatlar yaşarken sanayide bir firmada çalışan bir  muhasebeci olarak işe gidip gelmeye devam ediyordum. Ara verdiğimiz bir dönem olmuştu ama bu illallah ettiren virüsün biteceği yoktu. Doğal olarak sermaye gerekirdi düzenin işlemesi için. Ne yapalım? Mecbur çalışacaktık. Bizim ülkemiz o senelerde meşhur olmaya başlayan “home office yani evden çalışma” olayına hiç hazır değildi. Bir kere bu evden çalışma olayında teknoloji alt yapısından ziyade insan psikolojisi alt yapısı gerekiyordu. En önemlisi de buydu; kişiler, doktorlar kısacası toplum psikolojik olarak bunu kabul edemiyordu ve edemezdi de. Psikolojik problemleri çok yoğun yaşadığımızı hissedeceğimiz zamanlara gelememiştik daha. Bayramdan önce yapmam gereken bir iş için çağrılmıştım şirketten. Çalışanlara maaş ikramiyesi yapılacaktı. Ve ben muhasebeci olarak çalıştığım, sözde kurumsal olan bu aile şirketinin her  işini yapan ara elemanı gibiydim. Bu durumdan o kadar muzdariptim ki…

 Fakat  dünyayı krizin sarıp sarmaladığı bu dönemde işten ayrılmaya korkan o kitleden seçilmiş bir insan evladıydım ne yazık ki. Bayramdan iki gün önce bankadan çektiğim paralarla eve gidip ertesi gün o paralarla iş yerinde bayram ikramiyesi şeklinde para dağıtımı yapmıştım. Bu insanlara bu paralar neden elden veriliyordu, hesaptan yatırılmıyordu acaba? Bu soruyu tek soran ben değilimdir ama kimse birbirine soramamıştı açık açık. Gelmek isteyen,  ihtiyacı olan herkes gelmişti, parasını alıp gitmişti. Çalışanlarla uzaktan, sosyal mesafeli bile olsa son bayramlaşmamın olduğunu bilemezdim ama Covid-19’un önümüze zorla sunduğu bayram için biraz buruk biraz mutlu sözcükler çıkıyordu ağzımızdan. Ne olursa olsun bayramdı yaşayacağımız o üç gün. En azından sözcüklerle hissettirebilmek gerekirdi bu bayramın heyecanını, diye düşünmüştüm. O, çocukluk heyecanımız yoktu belki içimizde ama gençtik. Bu bile bazı heyecanları hissetmek ve yaşatmak  için yeterli bir nedendi. Derken bayram sabahı gelmişti ve bayram namazı yoktu ama ailecek yapılan bayram kahvaltısı vardı çoğunun evinde. Bizimkiler de bu bayram kahvaltısını yapıp telefonlara, görüntülü aramlara sıkı sıkıya sarılmıştı. Bazı akrabaların özlemiyle yanıp tutuştuğumuzu fark etmiştik bir nebze. Ve şen şakrak olmasa da: “ İlerde çocuklara, torunlara, arkadaşlara göstereceğimiz bir hatıra fotoğrafı da çektirmeyelim mi?” demişti annem. Ben: “Olsun annem!” diyerek sarılıp öpücük kondurmuştum hafifçe, annemin pembe pembe olan yanaklarına. Çok tatlı dilli ve güzel bir kadındı. Babam ise uzun boylu, uzun saçları olan bir adamdı. Herkes bu süreçte saçları sıfıra vururken babamsa iyice uzatmıştı ve daha uzun bir saçla yaşayıp yaşayamayacağını test ediyordu. En çok saçlarını seviyordum babamın. Ben ikisinden de çok  farklı bir çocuktum. Uzun boylu ama hafif kilolu, esmer, ince uzun yüzü olan bir genç kızdım. Bu benzerlik konusunda herkesin yalancısı olabilirim çünkü babaanneme benzediğimi söyleyen o kadar çok akraba vardı ama kendisini ben hiç tanımıyordum. Hiç tanımadığım babaanneme benzemem beni tuhaf bir şekilde mutlu ederdi. Bu hissiyatla ömrümün diğer yarısını da mutlu ve gururlu bir şekilde geçirdim.

    Bazı duyguları tarif edemeyiz ama içimizde yaşarız. Şu an öyle bir şaşkınlık ve üzüntüyle masanın diğer ucuna bakakalmıştım. Nasıl unutmuştum o günkü çekildiğimiz fotoğrafı masaya koymayı? O fotoğraf, bizim son mutlu poz verdiğimiz ve mutlulukla hüzünü yaşadığımız bayramımızı anlatıyordu.  Aslında benim için aile olmanın ne demek olduğunu anlatabildiğim son hatıraydı. Anne yanağına kondurulan o öpücüklerin annemi benden alacağını düşünememiştim. Çünkü sosyal mesafeli sevgimizi göstermeye hiçbirimiz alışmış değildik. Bu alışılmış alışkanlıkların kolay kolay  değişebileceğini düşünemiyorduk. İnsan bu; sevgisini sarılarak, öperek, kucaklayarak, yani temasla  iletiyordu karşısındakine şimdiye kadar ve çoğu zaman. Bir an da bir virüs çıkıp diyor ki: “Ey insanlar; ya değişeceksiniz ya değişeceksiniz ya da…” Bu söyleyemediğim sözcüğün yeri hep boş kaldı, dilim hiçbir zaman söyleyemeye varmadı bu  acı kelimeyi. Bu kelimenin acısını ve hissettirdiği boşluğu en derin şekilde yaşamış bir insan olarak geçirdim ömrümü. Hemen özür dileyerek kalktım masadan ve fotoğrafı getirdim koydum karşıma. Her bayram o fotoğrafla bayram sofrasına oturup yalnızlığıma ailemle birlikte ağlamak benim için bayram şekeriydi. Eğer iş için dışarı çıkmamış olsaydım ne korona bizi bulacaktı ne de ben bu yalnız hayatıma yıllarca katlanmak zorunda kalacaktım. Anne ve babamı aynı zamanda kaybetme mi üzüleyim, koronadan dolayı olmasına mı üzüleyim, bilememiştim? Ne hissedeceğini, ne yapacağını, acısını nasıl yaşayacağını, bilemiyordu insan böyle zamanlarda ama öğreniyordu. Hani çocuklar hayatı düşe kalka öğrenir ya. İşte ben de acının tek başına nasıl yaşanacağını düşe kalka öğrenmiştim. Ama inatla yaşamayı, yaşamdan tek başına da olsa zevk almayı bırakmamıştım. Çünkü ailemin bana bıraktığı en güzel miras: “Yalnız ama o andan zevk almayı bilen bir kişilik sahibi olmaktı.” 

 

Avatar

Editör

En güzel haberleri oluşturur, düzenler ve siteye ekleyip, siz değerli okurlara sunarım.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir